17 Nisan 2016

Yağmurdan Sonra…




zzZorlukların kadınıydı.
Saçlarına aklar düşmüştü gencecik yaşında.
Her aynaya bakışında çektiği çilenin ak saçlarından daha fazla olduğunu düşünürdü.
Çocuklarını ne zahmetlerle büyüttü. Onları her sabah, öptü, kokladı, okula yolladı. Gözden uzaklaşıncaya kadar kapıdan ayrılmadı. Dönüşlerini bekledi dört gözle…
Tek tesellisi, neşesi onlardı, çocuklardı…
Her gün çocuklarına asla hissettirmediği, bir duygu yaşardı evin kapısında. Yavrularını seyrederken oğullarıyla kocasının da kol kola yürüdüklerini hayal eder, sevinirdi.
Kocası öleli beş yıl olmuştu ama unutamıyordu. Onun yokluğunu asla kabul edemiyordu. Hâlâ ailenin manevi reisi, oydu.
O, evindeydi, ocağın başındaydı.
Kocası öldükten sonra mezarlığa hep yalnız gitti, çocuklarını hiç götürmedi. Bu hareketinin sebebi çok soruldu.
Suna hep aynı cevabı verdi.
“Çocuklarımın zihinlerini boşluk, yokluk ve mezarlık hisleriyle doldurmak istemem!
Kocasının, manevî âlemde varlığıyla teselli ettiği kalbi, zaman zaman isyan noktasına gelirse elindeki nimetleri düşünür şükrederdi.
Tevekkül ve tefekkürle sorunları çözmesini bilirdi. Her zaman, “Allah’ım bana güç ver, ümit ver, sabır ver!” diye dua ederdi.
Dualarından aldığı güç onu her zaman zinde tutardı.
Arada sırada karşılaştığı küçük aksaklıklara da ‘Kader!’ der, geçerdi.
Böğründeki ağrıyı bile önemsemezdi. Ağrı kesici ilaçlar kullanır, rahatsızlığı geçince işlerine kaldığı yerden devam ederdi. Fakat bu durum çok sürmedi. Fırtınalı bir gecede, böbreklerindeki sancı arttı.
Sabah olunca çocuklar okula, kendisi doktora gitti, tedavi oldu, teşhis konuldu.
Doktor, gözlüğünü burnunun ucuna indirdi. Başını hafif öne doğru eğip dudağını büzüştürdü. Kapı gıcırtısını andıran sesi kulakları tırmalarken Suna’nın nutku tutuldu.
Doktor, “Böbreklerin tükenmiş! Hemen böbrek nakli yapılmalı. Yoksa birkaç aya kalmaz ölürsün!” dedi.
Gönül penceresinin camları sert bir rüzgârla çatırdadı kadıncağızın.
Söylenir miydi böyle bir söz? Kim dik kalabilirdi bunları işitince?
Yüreği sızladı. İnce ince…
Öylesine perişan, öylesine yalnızdı artık!
Okyanusta bir sal, daha iyi direnebilirdi dalgalara. O ise bir damlaya karşı koyabilecek bir güç bulamıyordu kendinde.
Eve gidince evlatlarına ne diyecekti?
Cevapsız sorular akın etti aklına!
Çaresizlik duygusu sardı bütün benliğini. “Ben ölürsem çocuklarıma kim bakacak?” diyordu kendi kendine.
Farklı farklı fikirler geçti kafasından.
Gelenler, gidenler; yiyenler, içineler; ölüler, diriler; masallar, efsaneler ve bir kıssa…
Firavun ve Musa!
Nil nehrine bırakılmış bir Musa’ydı kendince çocukları. Onları bir kurtaran, selamet sahiline çıkaran bir yürek olmalıydı yeryüzünde.
Doktor, “Diyalize bağlamamız gerek. Güvenceniz var mı?” dedi.
“Güvence mi dediniz?”
“Evet.”
“Tek güvencem Allah’tır benim. Ondan başka bana bakacak kimim, kimsem yok.”
“Maddî durumunuz?”
“Yıllardır kıt kanaat geçindim. Dikiş, nakış yaptım, ev temizledim. Çocuklarıma baktım. Kazandıklarımı harcadım, aç kalmadım, açık da… Şükrettim.”
“Bu durumda O hâlde bizim yapabileceğimiz bir şey yok!”
Ah Suna ah!
Sen bu hâllere düşecek kadın mıydın?
Nerede kaldı o neşeli günler?
Nerde kaldı iyimserliklerin, hayata hoş bakışın nerde kaldı?
İnsaf ve merhametin yeryüzünden kalktığını düşündü Suna.
İki çocuğunun annesi, babası aynı zamanda bakıcısıydı.
Önce babadan yetim kalan çocuklar, o da ölürse nasıl yaşarlardı? Hangi dala tutunurlardı, hangi? Kim, kol kanat olurdu onlara? Kim kucaklardı onları, kim okşardı başlarını? Bu soruların cevabıydı boynunu büken.
Hastane koridorları zindan olmuştu, orada daha fazla duramazdı.
Ayrıldı.
Evine geldi.
Dört göz, kapı eşiğinde onu bekliyordu.
Öptü kokladı çocuklarını, yıllarca hasret kalmış gibi.
Yavrularına fark ettirmeden gözyaşlarını sildi tülbendinin bir köşesiyle.
Geçti mutfağa. Sarımsaklı bir tarhana çorbası yaptı.
Çocuklar sabırsızlanıyordu, açtılar.
Sıcak çorbanın kokusu, iştahlarını kamçılıyordu.
Suna kadın, çocuklarını baştan aşağı süzdü.
“Ah yavrularım!” dedi.
Öksüzlük denilen acıyla bir kez daha vuruldu. Bir başka türlü öldü oracıkta. Titrek elleriyle sofrayı kurdu. Önce çocuklar oturdu. Ruhunu kaplayan buzları, çocuklarının sıcacık bakışları bile eritmeye yetmedi.
Büyük oğlu, “Anne bu gün sende bir hâl var, üzgün müsün anne?” dedi.
Suna, çocuğun dikkatini başka yöne çekmeliydi. Acı çektiğini bilmemeliydi evlatları. Çocuğun sorusuna cevap vermek yerine o da bir soru sordu.
“Oğlum, okulunuz nasıl geçti?”
Küçük oğlan atıldı.
“Bugün öğretmenimiz bana kocaman bir aferin verdi.”
Büyük oğlanın aklında annesinin hastalığı vardı.
“Okulda fazla değişik bir şey olmadı anneciğim. Doktor ne dedi?”
“Birkaç ilaç yazdı. İnşallah ağrılarım geçer!
“İnşallah anne…”
Suna, çocuklarla ilgilenirken dertlerini az da olsa unuttu.
Uyku vakti geldi, onları uyuttu.
Gece, onu çileye çağırdı.
Kurtlar uluyor, rüzgâr ıslık çalıyordu.
Korku, kaygı, ürperti sardı ruhunu, uyuyamadı.
Kendi kendine kahırlandı. “Henüz çocuklar büyümeden neden babalar erkenden ölüp giderler!” dedi.
Kışın fırtınası, yazın aleviyle ihtiyarlayan asırlık konakta oturup kalkan, yaşayıp ölenleri düşündü.
Bu konaktan en son kocası ayrılmıştı. Ondan yadigâr kalan bu bina, besbelli kendini de alıp götürecekti.
Kendini hayata bağlayan çocuklarını nasıl bırakıp giderdi?
Kocası öldü öleli yavrularının kolu kanadı, el âlemin ibret abidesi olmuştu.
Çektiklerini hiç kimse görmesin isterdi. Fakat ölüm kimseden saklanmazdı.
Gözleri bulutlardan nemli, dudakları toprak gibi çatlak çatlaktı.
Gözyaşları, merhamet dolu, kahır yüklüydü.
Yüreğine saplanan acılı yıllar, eritiyordu, tüketiyordu onu.
Her zaman olduğu gibi yine açıp ellerini dua etti.
Ağladı.
Sesi sokaklara taştı.
Gözüne bir saniye bile uyku girmeden sabah oldu.
Gündüzle gecenin onun gözünde farkı yoktu artık.
Gün girince penceresinden çocuklarını hazırladı, okula yolladı.
Çocuklarından ayrılığa dayanamazdı Suna.
Dört gözle beklerdi okul yolunu.
Bu hastalık onu alıp götürürse, ayırırsa yavrularından bu ev baykuşlara yuva olurdu.
Kalbi sıkıntıyla, hüzünle atıyordu.
Onu, hastalık değil, yetim kalacak çocukları ağlatıyordu.
Tek sığınağı Allah’tı.
Köprüsü duaydı.
Abdestini aldı.
Rabbinin huzuruna bu kez çocukları için geçti.
Gözyaşları içinde iki rekât kuşluk namazı kıldı.
Ardından, “Allah’ım gece rüyalarında beni sayıklayan yavrularımın hatırı için huzuruna geldim. Yavrularımı emekleten, yürüten, büyüten bu ellerimi yalvarmak için sana açtım. Ellerimi boş çevirme. Bu elleri çocuklarımın üstünden eksik etme” dedi.
Secde etti.
O hâlde ağladı, ağladı.
Uyuyakaldı.
Kapının ziliyle uyandı uykusundan.
Toparlandı.
Kapıya gitti.
Kapıyı açınca karşısında iyi giyimli bir ihtiyar gördü. Dış görünüşüne bakılırsa varlıklı bir adama benziyordu. Fakat yakın çevreden değildi.
Suna, titreyen sesiyle “Buyurun!” dedi.
Adam, “Bu evde hasta birisi mi var?” diye sordu.
Suna’nın dili tutuldu.
Konuşamadı.
Adamın gözlerine dikkatlice baktı.
İri yarı cüssesine rağmen mahcup ve masum bakışıyla karşısında duran ak tenli, beyaz saçlı adamı baştan aşağı tekrar süzdü.
Adam, duruşu ve bakışıyla güven verdi ona.
Ufkunu kara bulutların kapladığı bir anda kapısında dikilen bu adam, içindeki yangını söndürecek bir rahmet damlası mıydı acaba?
Titrek sesiyle adamın sorusunu cevapladı.
“Evet, var. Ben hastayım. Bunu siz nerden biliyorsunuz? Neden araştırıyorsunuz? Siz kimsiniz?
“Kim olduğum önemli değil. Bu gece bir rüya gördüm. Sokak, bu sokaktı… Bu evde bir anne iki çocuk vardı. Çocuklar uykudaydı, anne uyanık. Ağlıyordu kadın. Ağlarken iki çocuklarının hatırına yaşamayı istiyordu. Siz değil miydiniz o?”
Suna, karşısında duran adamın konuşması karşısında titredi, adamın sözlerini derin bir saygı, ince bir nezaketle dinledi, sorduğu her soruyu gözyaşları içinde cevapladı.
Adam, konuşmasının devamında Suna’ya yardım sözü verdi.
“Seni hastaneye ben götüreceğim. Ameliyat masraflarını ben karşılayacağım.”
Suna, hayallere daldı.
Hastane, poliklinik… İlaç kokan koridorlar, hasta koğuşları, yataklar, yastıklar… Doktorlar, hemşireler, ağlayanlar, inleyenler, sevinenler…  Ameliyat… Evet, ameliyat olunca çocukları ne olacaktı?
“Çocuklarım, çocuklarım ne olacak? Onlar daha küçük.”
Bununun sözü mü olur? Adam, onun da çaresini düşünmüştü bu kapıya gelmeden önce.
“Hastalığın tedavi edilinceye kadar onlara da bir bakıcı bulacağım.”
Rüya mı görüyordu Suna? Hayal miydi karşısında duran?
“Siz, dedi, siz kimsiniz? Melek misiniz? Nesiniz?”
“İnsanlar içinden bir insan… Ben bu şehrin sakinlerinden biriyim.”
“Ama farklısınız. Siz başkasınız… Onu hissettim.”
Suna, daha fazla konuşamadı.
Gözleri doldu.
Kelimeler, boğazında takılıp kaldı.
Açtı ellerini.
Şükretti.
İçten bir yakarışın neler yapabileceğini anladı.
Ağladı.
Adam, Suna’nın gözyaşlarını görünce iki dize mırıldandı.
“Yağmurdan sonra büyürmüş başak, Meyveler sabırla olgunlaşırmış!”






15 Nisan 2016

KİŞİSEL MEKANLARA SAYGI KİŞİYE SAYGIDIR



"Dingo'nun ahırı" deyimi, girenin çıkanın belli olmadığı, ayaküstü yerler için kullanılır. 
İzin alınma­sı gerektiği halde, bir yere destursuz giren görgüsüz ya da cahil kimselere, “Burayı Dingo’nun ahırı mı sandın?” denir. Bu deyimin ortaya çıkış hikayesi bir hayli ilginç. 
İstanbul’da tramvay seferleri 1871 yılında başladı. Tabi ki bu tramvay bu günkü anladığımız tarzda bir şey değildi. Bunlara "bir çeşit at arabası" demek belki de daha doğru olacak. Her tramvaya iki at koşuluyordu. Yokuşları çıkarken iyice yorulan atların adım atacak takati kalmazdı. Bu yüzden yokuş başına geldiğinde dingin atlarla değiştirilirdi. Meyilli yollar böylece aşılırdı... Yorgun atlar götürülüp bir ahıra bağlanırdı. Ahırın kahyası Rum asıllı Dingo adında bir ihtiyardı... İhtiyar adam, çoğu zaman ahıra gelmezdi. Aslında onun orada olup olmaması da çok fazla bir anlam ifade etmezdi. Çünkü vagonlara at tedarik eden seyisler ahıra istedikleri zaman girip çıkarlar, yorgun atların tımarını yapar, dinlenen atları atları alır, vagonlara bağlarlardı. Herkesin rahatça girip çıkmasından dolayı "Dingo’nun ahırı” dilimizde bir deyim olarak yerini almıştır.
Bu deyimden çıkaracağımız en önemli ders: Kişisel mekanlara saygı, kişilere saygıdır.




TACTIX OYUNU

Oyun Kuralları: 
1.16 adet taş, oyun alanına yerleştirilir.
2.Oyunda tüm taşlar iki oyuncu tarafından da kullanılabilir.
3. Hamle sırası gelen oyuncu, dikey ya da yatay olarak birbiri ile bağlantılı olan taşlardan, istediği kadar taşı oyun alanından kaldırır.
Oyun Başlangıcı: 
Oyuna kura ile başlanır.
Oyunun Amacı: 
Oyun alanındaki son taşı rakibe çektirmektir.
Oyun Kısıtlamaları: 
1.Aralarında bağlantı olmayan taşlar aynı anda oyun alanından kaldırılamaz.
2. Çapraz bağlantılı taşlar aynı anda alınamazlar.
3. Hamle sırası gelen oyuncu, en az bir taşı oyun alanından kaldırmak zorundadır.
Oyun Bitişi: 
Oyun alanda kalan son taşı çeken oyuncu, oyunu kaybeder.