07 Mayıs 2016

Anneler Günü Nasıl Ortaya Çıktı? İlginç Bir Hikâyesi Var.

Anneler Günü, günümüzde genellikle hediyeler alarak kutlanan bir gün olarak bilinse de, aslında çok daha derin ve anlamlı bir geçmişe sahip. İşte o eşsiz öykü:

Ann Maria Reeves Jarvis, sadece bir öğretmen ve sağlık aktivisti değildi, aynı zamanda iç savaş döneminde yaralıların bakımı ve ihtiyaçlarının karşılanması konusunda anneleri teşvik eden bir liderdi. Savaşın acımasız gerçekleriyle yüzleşen anneler, çocuklarını savaş alanlarında kaybetmenin acısını yaşadılar. Bu dönemde Ann Jarvis, annelerin gücünü ve önemini keşfetti.

Savaşın ardından, Ann Jarvis annelerin sosyal hayatta daha aktif rol almasını teşvik etmek için bir kampanya başlattı. Amacı, bir günün "Anne Çalışma Günü" olarak ilan edilmesiydi. Ancak ne yazık ki, bu hedefine ulaşamadan 1905 yılında vefat etti.

Ancak Ann Jarvis'in kızı, Anne Jarvis, annesinin misyonunu devam ettirmek için kararlı bir şekilde çalışmaya başladı. 10 Mayıs 1907'den itibaren yedi yıl boyunca, "Anneler Günü"nün resmi olarak tanınması için mücadele etti. Yöneticilerden din adamlarına yüzlerce mektup yazdı, "Anneler Günü" adında bir dernek kurdu ve hedefine ulaşmak için sponsorlar buldu.

Nihayetinde, 1914 yılında başkan tarafından Anneler Günü resmi olarak ilan edildi. Ancak işler beklediği gibi gitmedi. Anneler Günü, ticarileşti ve asıl anlamını yitirdi. Bu durum, Anne Jarvis'i hayal kırıklığına uğrattı ve bu günün amacından sapmasına karşı mücadele etti.

Anne Jarvis, Anneler Günü'nün orijinal amacının unutulmaması için yoğun bir çaba gösterdi. Ticarileşmeye karşı protesto gösterileri düzenledi, mağazalara dava açtı ve hatta başkanın eşi Eleanor Roosevelt'in kampanyasına karşı çıktı. Ancak, Ann Jarvis'in çabaları sonuçsuz kaldı ve Anneler Günü, ticari bir etkinlik olarak devam etti.

Bu hikaye, Anneler Günü'nün kökenlerinin nasıl bir aktivist annenin çabalarıyla başladığını ve zamanla nasıl değiştiğini gösteriyor. Asıl amacını kaybetmiş olsa da, Anneler Günü hala annelere olan sevgimizi ve minnettarlığımızı ifade etmenin bir yolu olarak kutlanmaya devam ediyor.


01 Mayıs 2016

Minnet Duygusu

Günün son namazını kılmak için abdestini aldı. Koridora yöneldi. Nefes alıp vermekte zorluk çekiyordu. On iki numaralı odanın kapısına geldiğinde kendini yere bıraktı. Acıyla kıvranıyordu. Sekizinci sınıf öğrencilerinden Tamerlan onu gördü. Yanına geldi.

-Habib, ne oldu, dedi.
Habib’den alacağı cevabı beklemeden,
—Habib fenalaştı, diye bağırdı.
Koridor bu sesle yankılandı. Bu bir imdat çağrısıydı. Bunu ilk duyan nöbetçi öğretmen Tahsin Bey oldu. Ani bir refleksle sesin geldiği yöne baktı. Bir de ne görsün? Habib yerdeydi. Koştu.
—Ne oldu Habib, dedi.
Habib cevap vermedi. Zavallı çocuk, nefes alıp vermede zorluk çekiyordu. Ellerini kalbinin üzerine koymuş, bastırıyordu. Rengi solmuştu. Acilen doktora gitmesi gerekiyordu.
Tahsin Bey, çocuğu kucakladı. Revire götürdü. Yatağa yatırdı. Hemen okul müdürü Abdullah Bey’e haber verdi. Habib’in yüzüne kolonya sürdü. Habib biraz rahatlamıştı. Ama hala elleri kalbinin üzerindeydi. Birkaç dakika sonra okul müdürü Abdullah Bey, geldi. Habib’i kendi arabasına bindirdi. Habib’in ne olup bittiğini arabada öğrendi. On dakika sonra hastaneye ulaştılar. Giriş işlemleri yapıldı.
Kayıt yerindeki memur koltukları gösterdi.
—Şöyle oturun. Az sonra sizi çağıracaklar, dedi. Gösterilen yere oturdular.
Çok geçmeden yanlarına nöbetçi hemşire geldi. Gözlerini ovuşturdu.
—Hastanın nesi var, dedi.
Tahsin Bey, olanları anlattı.
—Bekleyin az sonra çağıracağız, deyip doktorun yanına gitti. Doktorla birlikte fincanlarındaki kahveyi yudumladılar. Yarım kalan sohbetlerine devam ettiler.  Az geriden onları izleyen Abdullah Bey ise sıkıntılıydı. Şakakları zonkluyordu. Doktorla hemşirenin konuşmasının bitmesini bekledi. Fakat sohbet hala devam ediyordu. Hatta arada sırada güldükleri bile oluyordu. Sabrın da beklemenin de bir sınırı olurdu. Abdullah Bey, doktorun yanına yaklaştı. Hastayla ilgilenilmesini isteyecekti. Fakat Rusçayı iyi konuşamıyordu. Dağarcığındaki kelimeler arasında hastayla, hastalıkla ilgili terimler çok yoktu. İçinden bir ses: “Şunlara bir şeyler söyle! Yoksa sonuç iyi olmayacak.” diyordu. Bütün cesaretini topladı. Doktorun gözlerinin içine baktı.
—Siz nasıl insansınız? Yardımınıza ihtiyacımız var. Sizse çok rahatsınız. Göreviniz ne sizin, dedi.
Doktor ve hemşire şaşırdı. Bir hasta yakınından ilk kez böyle bir tepki almışlardı. Birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hemen hareketlendiler. Habib, müşahede odasına alındı.
Doktor, Habib’e hastalığıyla ilgili sorular sordu. Aldığı cevaplar doğrultusunda hazırlıklar başladı. Hemşire hanım önce bir iğne yaptı. Ardından buhar makinesi getirdi. Doktorun yazdığı ilacı paketinden çıkardı. Makinenin haznesine boşalttı. Solunum maskesini taktıktan sonra Habib’e:
 —Nefes al, ver, dedi.
Hemşire Hanım, buhar kesilinceye kadar Habib’le birebir ilgilendi. İşi bitince Habib, kalkmaya yeltendi.  Hemşire:
—İşlemler bitinceye kadar sen burada yat, dinlen, dedi.
Abdullah Bey, öğretmen ve hemşireyle birlikte doktorun yanına gitti.
Bayan Petrovna, ilaçları yazdıktan sonra Abdullah Bey’e baktı.
—Hastanın nesi oluyorsunuz, dedi.
—Okul müdürüyüm, dedi.
Doktor hanım iyice şaşırdı.
—Ben de hastanın akrabası olduğunuzu sanmıştım…  Hangi okulun müdürüsünüz?
—Türk Lisesinin!
—Türksünüz demek?
—Evet.
—Cesaretiniz kadar merhametinizi de beğendim. Yabancı bir ülkedesiniz…
Abdullah Bey, doktorun konuşmalarını tam olarak anlamamıştı. Öğretmen, tercümanlık yaptı.
Abdullah Bey:
—Biz burada misafiriz… Bu çocuk bize emanet. Onun başına bir şey gelmesini istemeyiz.
Doktor bu sözlere söyleyecek bir söz bulamadı. Başını salladı.
—Demek öyle…
Öğretmen:
—Habib’in nesi var doktor hanım, dedi.
Galina Petrovna:
—Tedirgin olacak bir durum yok. Bu tür olaylar hep oluyor. Gönlünüz hoş olsun. Şimdi gidebilirsiniz, dedi.
Öğretmen, rahatlamıştı. Doktorun söylediğini müdürüyle paylaştı.
Müdür Bey, ilk baştaki öfkesini unutmuş gibiydi. Galina’ya ve hemşireye minnetle baktı. İkisine de teşekkür etti.
Artık bütün işlemler bitmişti. Sırada Habib’i alıp yurda gitmek vardı.
Doktor, müdür ve öğretmen, Habib’in yanına gittiler.
Habib uyuyordu. Öğretmen onu uyandırmak için başucuna vardığında sayıklamaya başladı. Galina ve hemşire için anlaşılmaz olan sözcükler, müdürü ve öğretmeni için oldukça anlamlıydı. Çünkü Habib, Türkçe konuşuyordu.
Söylediği her kelime net anlaşılıyordu.
Belli ki Habib rüyasını Türkçe görüyordu.
30.01.2016
http://blog.zaman.com.tr/minnet-duygusu-turkce-gorulen-ruya/



28 Nisan 2016

Ağır Kusur


Bugün arabayı muayeneye götürdüm. Allah'tan ki önceden randevu almışım. Buna rağmen uzun süre bekledim. Sıra geldi. Araç muayeneye alındı. Altına üstüne, sağına soluna bakıldı. Mühendis Bey, elinde bir kağıtla yanıma geldi.
"Araçta iki ağır, bir hafif kusur olduğu için muayeniz onaylanmadı. Bir ay süreniz var. Bunu yaptırıp gelin." 

"Vay be!" dedim. "Periyodik muayene var. Muayene olmasaydı gerçeği öğrenemeyecektim. Belki de bu işlem beni büyük bir kazadan kurtardı." dedim. Daha önce bir kaza yapmadığıma da sevindim. "Allah, çoluğuma çocuğuma bağışlamıştır!" dedim.
Tuhaf duygular içinde muayene raporunu elime aldım. 
Ağır kusurlardan biri arka koltukta arabayı aldım alalı hiç kullanmadığım emniyet kemerinin kilidi bozukmuş, diğeri de park lambası yanmıyormuş. Hafif kusur ise her muayeneden alışık olduğum kısa farların ayarının düşük olması...
"Ne olur, ne olmaz!" dedim. Arabaya bindim. Sanayiye gittim. Ustaya muayene raporunu verdim. 
Usta, eline bir tornavida aldı. Kilidin içine giren parçacıkları çıkardı. Kilit çalıştı. Kaputu açtı. Ampulü değiştirdi. "Tamam hocam!" dedi.
"Şu hafif kusura bakmayacak mısınız?" dedim. 
"Gerek yok!" dedi usta. "Bizim yaptığımız ayarlarla onların ayarları uyuşmuyor. Biz ayarlasak da sonuç değişmeyebilir. Zaten hafif kusurlu olarak muayeneden geçersin!" 
"Öyleyse sağ olun!" dedim. Hemen muayene istasyonuna gittim. Yine bir sıra aldım. Beklediğim süreye bir saat daha eklendi. Araba çıktı. Muayene tamam. Rapor elimde. 
KUSURSUZ OLARAK MUAYENE SONUÇLANDI.