22 Mayıs 2016

Vatan Özlemi: Türkçem Benim Ses Bayrağım

Öğretmenler odasındaydılar.  Yasin, ders hazırlığı yapıyordu. O hafta Yunus Emre’nin hayatıyla ilgili bir parça işleyecekti. Onun şiirlerinden örnekler bulup arkadaşlarına okuyordu.

—Türkçe ilahi bilen bir tanıdığım var, dedi Samir Bey.
Yasin’in gözleri irileşti.
—Akrabanız mı?
—Eşimin dayısı…
—Çok güzel. Buna sevindim.
Gurbetteydi Yasin. Anasını, babasını; abisini, ablasını; hısım akrabasını; köyünü, köylüsünü; toprağını, tozunu; şekerini, tuzunu; her şeyini… Her şeyini özlemişti.  Her şeyin hasretini çekiyordu. Bu yüzden ülkemize dair ne duysa heyecanlanırdı. Yine öyle olmuştu. Sağ elinin işaret parmağıyla şakağına bastırdı. Tebessüm etti. Aklına yeni bir şey gelmiş gibiydi. Sağ elini arkadaşının omzuna koydu.
—Gidelim dostum! Ziyaretine gidelim, dedi.
Samir, başını kaldırdı. Hafifçe sağa doğru eğdi. Sol gözünü sıktı. Odanın köşesine doğru baktı.  Kısa süren sessizliğin ardından:
—Olur ama önce haber vermemiz lazım, dedi.
Yasin:
—Tamam. Sen konuş, dedi.
Samir, eline telefonu aldı. Numaraları çevirdi. Konuşmaya başladı. Fakat görüşme uzun sürmedi. Telefonu kapattı. Yasin’e baktı.
—Patimat Hanım’ı aradım. Kardeşiyle konuşacak. Sonra bize haber verecek, dedi.
Patimat Hanım, Samir’in kayınvalidesiydi. Biraz sonra telefon çaldı. Telefonun diğer ucundaki ses:
—İstediğiniz zaman görüşebilirsiniz, dedi.
—Zahmet vermeyiz inşallah…
—Bunun zahmeti olacakmış? Her misafir kısmetiyle gelir. Perşembe akşamı bir progmanız yoksa gelin?
Samir, arkadaşına sormadan cevap verdi.
—Tamam. Olur, dedi.
Patimat Hanım:
—Onu ben kendi evimize çağıracağım. Sizin için uygun mu?
Samir:
—Uygun olmaz mı hiç? Biz senin her kararına uyarız.
Artık randevu alınmıştı.
Yasin, her zaman çantasında taşıdığı ajandasını çıkardı. “17 Nisan 1997 Perşembe günü Samir’le Mahaçkale’ye gidilecek.” Yazdı.  Samir’e teşekkür etti.
Sayılı günler tez geçerdi. Öyle oldu.
Pazartesi, Salı, Çarşamba derken   Perşembe de geldi. Son dersten sonra yola çıktılar. Yolculukları iki saat sürdü. Misafir olacakları eve vardılar.
Samir, kapının ziline iki kere bastı. Az sonra açılan kapıda ellili yaşlarda bir kadın göründü. Bu Patimat Hanım’dı.
Yasin, bakakaldı. Karşısında duran kadın yabancı birisi değildi sanki. Giysileri sade, bakışı sıcaktı. Bakışı ve duruşu annesine benziyordu. Yüzünde nur, duruşunda onur vardı.
Patimat Hanım, tebessüm etti.
—Hoş geldiniz, dedi.
Samir, bir adım geriye çekildi. Arkadaşına yol gösterdi. Yasin, itiraz etmedi. Ayakkabısını çıkardı, evin içine adımını attı. Ayakkabısını ayakkabılığa koymak için eğildi. Patimat Hanım:
—Kalsın, ben alırım, dedi.
Yasin:
—Rica ederim, dedi.
Ayakkabısını eline aldı. Kapının hemen yanında duran ayakkabılığa koydu. Samir de arkadaşının arkasından girdi. Hep birlikte salona geçtiler.
Odaya girince Yasin’in ilk dikkatini çeken şey üzerinde Allah’ın isimlerinin yazılı olduğu levhaydı. Salon, küçücüktü. Eşyalar bir ihtiyaca hizmet etmek için vardı. İsraf, gösteriş, süs yoktu. Oda, sadelik, derinlik, çekicilik, temizlik ve huzurla doluydu. Bütün eşyalar yerinden ve halinden memnundu. Koltuk takımı, masa sandalye, halı, perde… Hiç bir eşya yabancı gibi durmuyordu. Ortaya büyükçe bir masa, masanın üzeri yiyecek ve içecekler… Eşyalar arasında üç adam vardı. Koltuklarda oturuyorlardı. Ayağa kalktılar. Gelenlerle selamlaştılar, tokalaştılar.
Her biri ayrı ayrı:
—Hoş geldiniz, dedi.
—Ben Süleyman, dedi ihtiyar adam. Gençlerden biri “Ali” diye tanıttı kendini. Diğeri adının “Osman” olduğunu söyledi. Süleyman, Patimat Hanım’ın kardeşi, Ali’yle Osman ise öz oğullarıydı. Hiç teklifsizce masanın etrafındaki sandalyelere oturdular. Patimat Hanım, kendi elleriyle demlediği çayları, masada boş duran bardaklara doldurdu. Çaylar yudumlanırken tatlı bir sohbet başladı. Yüzlerde canlılık, gözlerde ışıltı, sözlerde neşe, bakışlarda umut vardı. Fakat bir türlü asıl konuya girilemiyordu. Samir, Patimat Hanım’a baktı. Bu bakışın anlamını Patimat Hanım anlamıştı. Kardeşine döndü:
—Ağebey, misafirlerimiz senden ilahi dinlemek isterler, dedi.
Süleyman, bardağında kalan çayı yudumladı. Herkesin yüzüne baktı. Gözlerini kapattı. Derin bir nefes alıp verdi. Okumaya başladı. İlk ilahi Lezgiceydi. İhtiyar adam, coştukça çoşuyor, okudukca okuyordu. Ev sahipleri zaman zaman ona eşlik ediyordu. Yasin ise iyice sıkılmaya başlamıştı. Hayal kırıklığına uğradığı yüzünden belli oluyordu. O, Türkçe şiir dinlemeye gelmişti, ama başka bir şeyle karşılaşmıştı. Sıkıntısının sebebi buydu. Neyse ki bu durum uzun sürmedi.
Süleyman, masadaki sürahiden bardağına su doldurdu. Bir kaç yudum içti. Yasin’e baktı. Başını salladı. Gülümsedi. “Sıra senin istediğine geldi.” Der gibiydi. Koltuğa iyice yaslandı. Yunus Emre’den bir ilahi okumaya başladı. Her şey yolunda gidiyordu. Fakat üçüncü dörtlükte yanlış telaffuz edilen ya da anlaşılmayan sözcükler vardı.
“Saninunubdu (salınır) tuba dalları.
Ku’an okur ham (hem) dilleri.
Cennet baqinin (bağının) gülleri,
Kokar Allah deyu deyu!”
Yaşlıydı Süleyman… Üstelik bir kaç dişi de eksikti. Tükçeyi de bilmiyordu. Normaldi bu durum. Yasin özellikle üçüncü dörtlüğün ilk dizesini tam olarak anlamasa da huşuyla dinledi.
Süleyman’ın gözleri nemli, sesi yanıktı. Yunus Emre’den sonra bir ilahi de 19. asrın başlarında müftülük yapan Yetim Emin’den okudu.
-Şimdi namazımızı kılalım. Vakit daraldı. Namazdan sonra Türkçe bir ilahi daha okuyayım. Yetsin, dedi.
Yasin:
-Tamam, sağ olsun, dedi.
Abdest alındı, namaz kılındı, dua edildi.
Süleyman, nakaratı ‘lailahe illallah’ olan bir ilahi daha okudu.
Yasin, izin istedi. Samir’le birlikte evden çıktılar.  Samir:
-Yasin Bey, nasıl geçti? Geldiğimize değdi mi, dedi.
Yasin kendini oldukça hafiflemiş hissediyordu. Dinlediği ilahilerle gönlü huzur, zihni nurla dolmuştu. Duygulu bir ses tonuyla:
-Türkçe benim ses bayrağım. Onun konuşulduğu her yerde kendimi daha özgür hissediyorum. Bu gün buraya daha çok bağlandım.  Vatan hasretim azaldı, dedi.
04.02.2016





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuzu buraya yazınız...